Basında Dünyanın Renkleri

PIEMONTE BAĞLARI YA DA TORİNO'NUN AYRANI

Belgin ÇALLIOĞLU / Kendi Bloğu 05 Kasım 2014

İşte bir gezi yazısı daha. İnsan, ruhunu yeniler ilk kez gördüğü yerlerde,hani hep sığındığı sevdiği mekanlar gibi. Torino ya da bölgesel konumuyla Piemonte de benim için öyle oldu.

Başlangıçta sevgili arkadaşlarımız Tülay ve Adnan'ın zorlamasıyla gider gibiydim. Ancak dört kişilik ve dört günlük turumuz öyle güzel geçti ki yazmasam olmaz dedim. Biz,dört kişi çıktık ama Koptur grubu olarak çok değerli, bilgisine hayran olduğum Murat Yankı rehberimizle 25 kişiydik unutulmaz gurme ve kültür gezimizde.

Millenyumu karşıladığımız klasik Roma-Floransa-Venedik turumuzdan sonra düşümde Toscana'ya gitmek vardı. Torino bana hep FIAT 'ı yani otomotiv endrüstrisini çağrıştırırdı. Gezince ne denli farklı olduğunu anladım.'FABBRICCA ITALIANA AUTOMOBILI TORINO'nun baş harfleri bildiğimiz FIATmış. 1889 yılında 150 kişiyle üretime başlayan eski fabrika bugün bomboş. Neyse bir de ünlü futbol takımı Juventus'u da anımsayıp gezimize dönelim.

Torino, Keltçe dağlar anlamındaki 'tau'dan gelse de İtalyanca'da küçük boğa anlamında olduğu için flamasında boğa figürünü bugün de taşıyor. Ayrıca İtalya Krallığı'nın 1861-1865 arası Roma'dan önceki ilk başkenti olmuş. Torino 1563den itibaren Savoya Dükalığı'nın da başkenti olduğu için yapılarıyla o yılların görkemini çok iyi korumuş. 2006 yılında şehirde gerçekleştirilen Kış Olimpiyatları için yapılan harcamalar kenti daha da güzelleştirmiş. Uçaktan inip otelimize yerleştiğimizde akşam yemeği için hazırlanmaya başladık hemen. Tarihi bir otel olan Sieta'nın özel salonunda yemeğe başlamadan önce hoşgeldiniz içkilerimizi aldık ve Murat bey, bize Fransa'nın Champagne bölgesinde 1688'de Ober Villie Manastırı rahiplerinden Pierre Perignon'yun yaptığı şarapların tam fermente olmadan soğukta patlaması üzerine şeker ekleyerek ilk kez mantarla kapatmasıyla içinde kalan karbondioksitle köpüklenmesi sayesinde baharda havalar ısınınca bir kez daha mayalanmasıyla şampanyayı elde ettiğini de açıkladı.Ancak biz Champagne'de olmadığımız için bölgenin muskat/misket üzümlerinden yapılmış köpüklü şaraplarımızı çok beğendik. Piemonte'nin çok iyi korunan mutfağından oluşan ilk menümüzde servis yapan şefin 'Life is Beatiful' filminin aktörü Roberto Beningni'ye tıpatıp benzerliği çok sevdiğim filmi bir kez daha anımsattı bana.

Ertesi sabah Langhe ve Roero bölgelerine gitmek üzere erkende yola çıktık.Günümüz şarap tadımlarıyla doluydu. Şaraplar demişken; ülkemizde artık ikramı bile yasaklanan kadim içkinin kral ve kraliçesiyle tanıştırdı bizi tam bir uzman olan rehberimiz. Bir günde iki tadım iki yemekten sonra hepimiz mide fesadına uğramış gibiydik. Barolo adını yetiştirildiği Barola'dan alan kral ve Barbaresco- kraliçe şaraplarıyla ünlü ) ve oranın en eski şarap üreticilerinden Cordero di Montezemola ailesinin mahzenlerini ziyaretimizde sabahın onunda şaraplarımızı içmeye başlamıştık bile. Bu tümceyi yazarken sanki 1000 odalı biri bizi azarlıyormuş gibi korku içindeyim:))) Mahzenlerde bir çok bilgi edindim, MSA'daki şarap kursumuzdan altı yıl sonra. ilk şarap fıçıları M. Ö. 1. yüzyılda kullanılmaya başlanmış, anforalardan sonra. Piemonte'ye meşe fıçılar 1990 yılında gelmiş ve böylece yıllandırma işlemi daha kolaylaşmış. Yalnızca dağların sisi anlamına gelen Nebbiolo üzümlerinin yetiştiği tek yer olan yörede üzümler gerçekten de sisli bir görünümde olurmuş. Unutmadan şarap şişelerinin neden 75 cc yapıldığını da anlatayım. İlk zamanlar şişeler üfleme tekniğiyle yapılırken ortalama akciğer kapasitesi bir insanda bu ölçüdeki bir şişe için yeterli olduğundan dolayı geçerli olmuş. İçtiğimiz her şarap farklı aromalar taşıyordu. Nedeni fermantasyona bağlıymış.Bir de bağ bozumu sürecinde üzümlerin birazı dallarında kuşların payı olarak bırakılırmış. Bu bilgileri aldıktan ama kral ve kraliçe şarapları kırarız korkusuyla taşıyamadıktan sonra rehberimiz bizi önce çok farklı turbişonların sergilendiği Barola turbişon müzesine sonra dağların zirvesine yakın bir restorana götürdü.

Orada fındıklı ton balıklı püreli hamsi sunumunda Trabzonlu yol arkadaşımız 'fındığı da hamsiyi de mahvetmişler' diyerek bir yandan yakınıp öte yandan iştahla yemeğini yerken, bölgenin italya'nın tek fındık üreticisi konumunda olduğunu ve Nutella markasının çıkış yeri olduğunu öğrendik. nedeni de Torino'nun Fransa'dan sonra çikolata üretilen ilk yer olduğu, Ferrero Roche'nin fabrikasını orada kurduğunu belleğimize kaydettik. 1830larda III. Napolyon Torino'ya gelen kakao satışını kesince fındık kreması kullanmaya başlıyorlar. günümüzde fındıklı çikolataları en çok satılan ürünlerinden. Neyseki şaraplar gibi olmadı bir kaç kutu ünlü Torino çik0latacısı ve pastanesi Baratti&Milano'dan alabildik.

Bakın yine öykülere daldım. Öğle yemeğini yediğimiz aile restoranının menüsündeki beyaz trüflü makarnanın tadı eşssizdi. daha sonra gittiğimiz Alba'da 4 Ekim-6 Kasım arası her hafta sonu Tartufo Bianco toplama turları yapılıyormuş.

Gün bitmeden Pollenzo'da sıra. Po nehrinin276 kmlik kolu olan Panoro nehri kıyısında kurulmuş olan bu tarihi şehir günümüzde kalesinin içinde yer alan Gastronomi bilimleri fakültesiyle de ünlü. Kalede İtalya'nın tüm şarap türlerini saklayan Banco del Vino da var. Çok ilginç bir banka gerçekten. Dehlizlerin içinde kalenin kalıntıları ve 100.000 şişeden fazla şarap.

Güz yapraklarının yarı yeşil yarı kırmızı renkleriyle çevrelenmiş yolu izlemeye doyamadım her anıyla. Masallardan fırlamışcasına yapıları ve sakinliğiyle bizim ülkemizin karmaşasından öylesine uzaktık ki...

Sakinlik deyince;Torino ya da Piemonte bölgesi 1989'da 'slow food' hareketinin başladığı yer. Slow food hızlı yemeğe karşı olmanın çok ötesinde 'iyi, temiz ve adil üretim ve tüketimi savunuyor. Carlo Petrini adlı gazetecinin başlattığı eylem günümüzde tüm dünyaya yayılmış durumda. Salyangoz sembolleri. 1990'da 'citta slow', doksanların sonunda 'slow wine' ortaya çıkıyor ve en son olarak da 'slow money'. Amaçları giderek kapitalist sistemin pençesine düşen ve kirlenen gezegenimizde kirlilikten uzak, küçük yerel üreticilerin adaletle yer aldığı bir sistemi yaymak. Acı tebessümlerle yeni Türkiye'nin hedeflerine ne denli aykırı olduğunu düşündürüyor bize.

Ertesi gün İtalyan rehberimizin eşliğinde kültür turumuza başlıyoruz. . Teatro Regio Puccini'nin ünlü La Boheme operasını 1896'da ilk sahnelendiği yer. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra sarıldığı kefenin saklandığı Duomo di san Giovanni Katedrali'ne gidiyoruz. Herkes Milano'da 2015'de yapılacak EXPO'nun Torino'ya çekeceği turist artışında bu mucizevi kefenin rolü olacağına inanıyor. Eh, kolay mı 1997'de düşen yıldırım büyük bir yangına neden olmuş ama kefen yanmamış.

Sıra benim favorim Plazzo Madama'da Prag'da gotik mimarisine, meydandaki duruşuna hayran olduğum Elizabeth kilisesi gibi sıcaklık duydum bu zarif yapıya. Müze salonlarında RAI TV kanalında eğlence programlarında yıllar boyunca giyilen kostümler de sergileniyordu. Benim gibi Rafaella Carra showlarıyla büyüyen kuşaklar için o günlere dönüş oldu. Müzede en tanınmış yapıtlardan biri Messini'nin Flaman etkisinde yaptığı tablosu. Gözlerde her yeri kontrol eden Mafya bakışı varmış. Bu arada Mimar Sinan'ın çok etkilendiği çağdaşı mimar Palladio'nun eseri, Meryem'e adanmış bir kilisenin olduğunu da öğreniyoruz.

Otomobil Müzesi'nde 200 civarında en eskisinden, üretilmesi planlanan modellere dek 200 araba sergileniyor. İlginç olansa eski modellerin içinde yer aldığı filmlerden görüntülerle sergileniyor olması. Daha sonra Torino Eataly'yi geziyor ve İstanbul şubesinin küçüleceği haberini alıyoruz.

Benim için sinema müzesi çok daha ilginçti. Herkesin öğle yemeği yediği saatlerde müzeyi gezdim. Yalnızca İtalyan sineması değil tüm unutulmaz filmlerin de olduğu müze binası da çok ilginçti. Mole Antonelliana adlı eski bir sinagogun içinde kurulan müze galerilerle çevrili beş katta milyonlarca belge, poster ve görüntüyü koruyor. Torino Film Festivali'nin ana mekanı ayrıca.

Del Cambio restoranda yine lezzetli bir akşam yemeği yemeden önce yalnızca Piemonte'ye özgü süt kremalı kahve 'Biccolino' içimini de gerçekleştiriyoruz.

Ve son gün Venaria Reale gezimiz var. Bir av köşkü olduğuna inanmak zor. UNESCO'nun korunması altında. Cardio planda ve Barok tarzda inşa edilmiş. Ayrıca çok mükemmel sergilenen Savoy hanedanın tabloları da çok etkileyici. Av tanrıçası da olan Diana'nın burada tapınağı olduğuna inanılıyor. Ve sarayın tam ortasındaki salon onun adını taşıyor. Her yıl 3 Kasım'da saraydaki antik çalgılarla burada konser veriliyor. ve köpeklerde içeri alınıp onların da sesleri dinleniyor. Sarayda yalnızca geçiş olarak kullanılan görkemli koridorların zarafeti, bembeyaz sadeliğiyle büyüleyici.

Sarayın Michelin yıldızlı şefinin yemekleri de saray gibi sade ve bir o kadar da lezzetli. Versaille Sarayını anımsatan bahçelere bakarak yediğimiz yemek ve avludaki havuzda klasik müzik eşliğinde izlediğimiz suların dansı unutulmazlar listemizde yerini aldı bile.

Daha yazacak çok şey olsa da içindeki güzellikleri gizli tutan Torino'ya veda zamanı. Haydi biz güzel ama yalnız vatanımıza geri dönüyoruz. En büyükler tarafından azarlanmayı, kötü ve taraflı haberleri özlemiştik desem yalan olur.

Piemonte bağlarının şaraplarına elveda, milli içkimiz ayrana, merhaba.