Basında Dünyanın Renkleri

Gül kokulu, köpüklü şarabın peşinde

Nedim Atilla nedim.atilla@aksam.com.tr / 25 Ağustos 2012 / Akşam

‘Gastronomi turizmi’, biraz da ‘yeni yollar’ bulmak ve bu yeni rotaları satabilmek demek. Yolun içeriğinin leziz noktalarla döşenmiş olması da elbette ilk şart. Bu yaz katıldığımız, ‘Gül Kokulu Köpüklü Şarabın Peşinde…’ adlı Kuzey İtalya turu ve bu turda tattığımız lezzetleri yazdım bu hafta...

İtalya’nın aslında Piemonte ve Toscana bölgeleri şarapçılık konusunda çok iddialıdır; ama bizim gezdiğimiz Veneto bölgesi, sunduğu şarap turlarının içine eklediği lezzetlerle, sanat etkinlikleriyle ve yaşattığı görsel şölenlerle daha çok gastronomi turizmi için ideal… Bu paket programı al; mektebinde ders diye okut, anlat…

Piemonte bölgesinin meşhur kırmızısı ‘Nebbiolo’dan özellikle de Barolo ve Barbaresco kasabalarında, bu kasabaların adını taşıyan nefis şaraplar yapılır. Toscanalılar ise kendi bölgelerindeki Brunello di Montalcino, Sassicaia ve Ornellaia gibi üzümlerden yapılan şarapların dünyanın en iyileri olduğunu iddia ederler. Veneto Bölgesi’nin ise böyle iddiası yok; onlar, “Bizim şaraplarımız kusursuz değildir ama onları güzel yemeklerle sunarız ve o şarapları içmek için nefis bahaneler yaratır, harika rotalar çizeriz” diyorlar… Zaten turun sonunda, adını Venedik’ten alan bu bölgenin şarap üreticilerine siz de hak veriyorsunuz.

Turda görüp yaşadıklarımızı, bu işe meraklı olanlar ve bu yola baş koyanlar için anlatmak isterim.

Venedik’in de içinde bulunduğu Kuzey İtalya’daki eyaletin adı Veneto... Bölgenin iç kısımlarına gittiğinizde, sizi bekleyen olağanüstü güzelliklerle karşılaşıyorsunuz.

Biz de bir grup ‘lezzet düşkünü’ olarak Murat Yankı’nın liderliğinde Koptur’un organizasyonunda yola çıktık ve çok da keyif almış olarak döndük memleketimize…





POSADAN GRAPPA
Gezip dolaştığınız hemen her yerde, ‘gül kokulu’ köpüklü şarap Prosecco’nun bağları size eşlik ediyor. Göz alabildiğine asmalar, bağlar uzanıyor. Üzümler şaraba dönüştükten sonra, kalan üzüm posalarının damıtılıp ilk defa ‘grappa’ya dönüştürüldüğü Bassano del Grappa kentini, nefis tadımlar eşliğinde gezdikten sonra; ‘Romeo ve Juliet’in romantik kenti Verona’nın arenasında opera izlerken buluyorsunuz kendinizi… Önce Juliet’in meşhur balkonuna selam durmak kaydıyla… İtalya’nın (Avusturya-İsviçre Alpleri’ne adeta selam dururcasına kuzeye uzanan) Garda Gölü kıyısındaki Bardolino, Lazise, Sirmione kasabaları muhteşem güzellikte… Harika şarapların yanı sıra ‘balzamik’ sirkelerin de çeşitleri olduğunu öğreniyoruz. 19. yüzyılda Sultan II. Mahmut tarafından İstanbul’a davet edilen ve (‘Mehter’ takımının yerine) ‘Mızıka-i Hümayun’u kuran Donizetti’nin güzel kenti Bergamo’yu gezerken de geçirilen saatler hep lezzetli… Küçük sunumlar ve tadımlar hep kararında ve eğitici… Sıradan değil belki ama bilinçli turist için son derece büyüleyici…

PİTORESK ŞARAP YOLU
İtalya’nın en bilinen köpüklü şarabı Prosecco’nun kalbi olan Valdobbiadene ise tipik bir ‘citta slow’, yani ‘sakin şehir’... İtalya’nın en pitoresk şarap yollarından biri olarak bilinen ‘Strada del Prosecco’ boyunca ilerleyerek, ‘Grappa’ adı verilen dünyaca ünlü İtalyan içkisinin doğum yeri olan Bassano del Grappa’ya varıyorsunuz. Düşünün damıtılmış bir içkiye adını vermiş bir kasaba… (Benim aklıma, 1922 öncesi İzmir geldi; okuduklarım, bildiklerim, duyduklarım geldi. Bilmem bilir misiniz, her semtin kendi adıyla anılan rakıları varmış eskiden İzmir’de… O rakılar aynı adlarla Girit’e taşınmış daha sonra... Tsipirou gibi, Çikudya gibi…) En ünlü Grappa üreticilerinden biri tarafından kurulan Poli Grappa Müzesi’ni gezdikten sonra, ülkemizin rakı üreticilerine düşen bir görev olduğunu düşünüyoruz. Bence Tekirdağ en doğru yerdir.

150 YILLIK LOKANTA
Akşam yemeği için gittiğimiz Verona’da, bölgenin tipik lezzetlerini merak edenler için eski bir şatoyu lokanta haline getirmişler. Maffei Palazzo adlı bu sarayın içinde yer alan Maffei Restoranı’nda, yemekler hem yerel, hem doğal... Bir başka akşam yemeğini de, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Joseph Brodsky’nin “Eski gelenekleri hissettiren bir mekân” dediği, Arche restoranında yedik. Lokantanın beş kuşaktır sahibi hep aynı aile… Şef, 85 yaşında ve konuklarının arasında; kızı mutfakta, damadı serviste, torunlar ise ortalıkta komilik yapıyor. Lokantanın ortamı 150 yıl gerilere götürüyor sizi…

Ertesi gün bizi Garda Gölü bekliyor. Antik çağda İzmirliler tarafından ‘kolonize’ edilen, Roma döneminden beri sayfiye yeri olarak bilinen, ünlü opera sanatçısı Maria Callas’ın da tatillerini geçirdiği Sirmione Kasabası, aynı zamanda 12-18 yıllık sirkeleriyle de ünlü… Gidenler bilir, bir yarımada üzerinde konumlanmış küçücük ama çok sevimli bir yer. Daha çok, bir litre sirkeye 150 euro veren zengin turistler geziyor bu bölgeyi diyeyim de, siz ne demek istediğimi anlayın… Markette 3-5 euro’ya da Sirmione sirkesi var ama bu bekletilmiş sirkenin tadını bulmak mümkün değil… Daha sonra gittiğimiz Lazise’de, salataların üzerine bu sirkeden damlatılıyor da aradaki farkı fark ediyoruz.

MÜZESİ DE VAR
Garda Gölü civarı da bir şarap merkezi ve olağanüstü bir ‘Şarap Müzesi’ var. Eminim ve biliyorum, şu vergi işleri bir düzene sokulsa, bizimkiler de âlâsını yapacaklar. Ne diyeyim, darısı başımıza… Bardolino’nun göle hâkim tepelerinde kurulan ‘Zeni Şarap İmalathanesi’ndeki ‘Şarap Müzesi’nde, İtalya’nın önemli şarap apelasyonlarından biri olan ‘Classico Bölgesi’ şaraplarını tadıyoruz.

Adı ‘gastronomik tur’ ama bütün gün yenilip içilecek değil ya… UNESCO tarafından ‘Dünya Mirası Listesi’ne alınan Vicenza, klasik Roma mimarisinden esinlenen ve ünlü Rönesans mimarı Andrea Palladio’nun izlerini taşıyan bir yer. Antik çağ dönemi Roma tiyatrolarını bire bir yansıtan ‘Olimpico Tiyatrosu’ etkileyici… Sadece Vicenza değil, akşam yemeklerini yediğimiz Verona da yine UNESCO’nun ‘Dünya Mirası Listesi’nde… Bu Verona, daracık sokaklarıyla ‘Büyülü Şehir’ unvanını boşuna almamış. Vedat Milor’un bize yıllardır anlattıkları boşuna değilmiş meğer… Shakespeare’in ünlü eseri ‘Romeo ve Juliet’in izini sürerek, Juliet’in yaşadığı iddia edilen evi, Japon turistlerin istilasından kurtulup az da olsa görebiliyoruz. (Allah’tan daha önce eşimle dostumla gelip tadını çıkarabilmişim diye düşünüyorum.) Bu sevimli şehrin sokaklarında kaybolmak da şart; çünkü keyfi doyumsuz…

İnanın böyle böyle, Almanya’nın Füssen yöresinden çıkıp, Avusturya’nın Trol bölgesini aşıp Verona’nın ortasından akan ‘Adige’ (Bizim Çerkezler ne der bu isme?) Irmağı’nın peşine düşüp Bergamo’ya kadar gidebilir insan... Çok okuyan kadar, çok gezen de biliyor, malum… İnsan yeni şeyler öğrenirken göz zevkini de eğitiyor, damak zevkini de... Sadece dönüşte biraz kilo almış oluyorsunuz, o kadar… Kuşkusuz, 4-5 güne bu kadar çok şey sığdırınca beden yoruluyor; ama kafa boşalıyor, ruh dinleniyor. Ağzınızda gül kokulu köpüklü şarabın tadı da cabası… Hadi yolunuz açık olsun.

AVRUPA’NIN HÂKİMİ DOLOMİT DONDURMACILARI

Almanya’nın ismi en ilginç derneklerinden biri, ‘İtalyan Dondurma Makinecileri Derneği’… İşte bu dernek, Almanya’da kişi başına yılda 8 kilo dondurma tüketildiğini açıkladı. Yılda 26 kilo tüketen (obez) ABD’lilere göre bu rakam ne ki? (Farkındaysanız bizden söz etmiyorum bile…) İtalyan dondurma imalatçıları, 1800’lerin başında Dolomit dağlarında yaşayan çiftçilermiş. Yazın geçimlerini çivi imalatı gibi üretimlerle sağlayan çiftçiler, kışın da İtalya’nın kuzeyinde sıcak kestane satarlarmış. Mevsimsel değişiklikler ve büyük şirketlerin devreye girmesiyle saf dışı kalan çiftçiler, dondurma imalatına yönelmişler de hayatlarını kurtarmışlar.
Bugün Avrupa’nın hemen her kentinde, ‘gelato’ yazan bir dondurmacı görürsünüz. Üstelik lezzetleri de taze olmak koşuluyla yerindedir. (Ha, bizim keçi sütüyle yapılan mis dondurmalarımızın yerini tutabilir mi derseniz; asla…) 20. yüzyıl başlarından itibaren Dolomitli üreticiler, dondurma makinesi üretimleriyle sanayileşmeye de başlamışlar. Dondurma tarifleri, bir aile geleneği olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış. Dondurma her ne kadar kendi icatları olmasa da, İtalyanların kendilerine özel gizli tarifleri var. ‘Gelato’, normalde safi süt, yumurta, şeker ve doğal aromalarla, yüzde 7 ila 10 arasında değişen yağ ilavesiyle yapılıyor. Dondurma yoğunluğuysa genellikle yüzde 10’luk kıvamda. Süt ve gerçek meyvelerle kremayı dinlendirerek, buz gibi şampanyadan yasemin çayına, hindistancevizinden limona, çileğe kadar çok çeşitli tatlar elde ediyorlar. Daha burada adını sayamadığım muhtelif aromalarla yaratıcı dondurmalara da rastlamak olası... Derneğin istatistiklerine göre, 2012 yılında en revaçta olanlar vanilya, çikolata ve fındık imiş… Değişik tatları sevenlerse Campari, lavanta, avokado, kavun ve şeftaliyi tercih ediyorlarmış.

Aklınızda olsun, Dolomiti dondurması tazedir ve inek sütünden olur; Dolomit de, İtalya ile İsviçre arasındaki dağların adıdır. Laf aramızda, ben, bizim (hakiki) dondurmalarımızı dünyaya değişmem. Sade sütlü dondurmaya ve layıkıyla yapılmışsa eğer karadutlusuna asla hayır diyemem.